Öğretim Elemanlarına Açık Mektup
İnsanların bilimle tanışıklıkları ilk ne zaman gerçekleşiyor?
Elbette bu sorunun cevabı bireylerin ilgi alanlarına veya koşullara
göre farklılık gösterir. Ancak bizim ülkemizde sanırım bilimle tam
anlamıyla tanışmamız, üniversite kapısından içeriye attığımız ilk
adımla aynı zamana denk düşüyor. Söz konusu kapıdan içeri girdikten
sonra da farklı ilişkiler kurulmaya başlanıyor. Üniversite öğrencisi
olarak artık üniversitelerde bilimle uğraşan öğretim elemanlarıyla
yüz yüze geliyoruz. Az ya da çok bu kişilerin hayatlarımızda yer
edinmeleri ve yaşamlarımızda iz bırakmaları da doğal olarak
kaçınılmaz.
Kurduğum ve kuracağım cümleler, bilimi ilk olarak üniversitede
tanımış genç bir bilim insanı olarak, bulundukları konum nedeniyle
aslında sanıldığından çok daha fazla öneme sahip olduklarını
düşündüğüm öğretim elemanlarına açık bir mektuptur. Çoğu zaman
akıllara gelmeseler de ya da hiç gündemde olmasalar da, tüm
ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de aslında kalkınmanın çok önemli
bir ayağını temsil eden öğretim elemanlarının çoğunun -kendileri de
aslında ne kadar hayati bir noktada bulunduklarının farkında
olmalarına rağmen- farklı nedenlerle zaman zaman kendilerine
yüklenen ya da yüklenmesi gereken görevleri ve özellikleri
unuttuklarını düşünüyorum. Bu nedenle de bireysel yaşantılarım ve
gözlemlerim doğrultusunda, bir üniversite öğrencisinin onlardan
beklentilerini –artık ben lisans öğrencisi olmasam da- dile getirmek
istiyorum.
Gençlerin belki de en büyük sorunudur fark edilmek. Her yaşta insan
için geçerli olsa da, önlerinde daha upuzun bir ömür bulunmasına
rağmen belki de enerjilerinin doruk noktasında oldukları için
gençler, başkaları tarafından ve özellikle de kendilerinden büyük ve
hatta önemli buldukları kimseler tarafından fark edilmek isterler.
Onay alma ve önemli olduğunu hissetme en büyük ihtiyaçlar
arasındadır. Belki de bu nedenledir ki, en büyük şikayetleri de
anlaşılmamak ve karşılarındaki insanların onları dinlemedikleri
yönündedir. Üniversite öğrencilerinin her gün anne babalarından çok
gördükleri hocalarının, bu ihtiyaçlara karşılık vermeleri çok
önemlidir.
Elbette bilgi ve deneyim bakımından öğretim elemanları
öğrencilerinden daha yüksek bir seviyededir. Ancak henüz hayatına ne
yönde bir yol çizeceğine karar vermemiş, bilgiye ve deneyime aç
beyinler de fikirler, çözümler vs. üretebilirler. Eğer dikkate
alınıp söylediklerine kulak asılmazsa, daha ilk denemede vazgeçmeyi
düşüneceklerdir. Türkiye, pek çok Avrupa ülkesine göre oldukça genç
bir nüfusa sahiptir. Bu büyük bir enerji ve üretim kapasitesi ve
aynı zamanda da gelişme ve kalkınma anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla bu kadar büyük bir genç nüfusu harekete geçirmek ve
gelecekte onlara umut bağlamak için gereken tek şey aslında onları
biraz iteklemektir. Biraz desteklendikleri ve onların da bu dünyada
bir yere, üstelik çok da önemli bir yere sahip oldukları
hissettirildiği takdirde, hiçbir gencin buna yanıt vermeyeceğini
sanmıyorum. Bu nedenle, farklı konularda bir fikir belirttiğimiz ya
da farklı alanlara adım atmak istediğimiz zamanlarda bizi
dinlemenizi istiyoruz.
Öğretim elemanlarının, sadece isimlerini duyduğumuz ve dersler
haricinde konuşma imkanımızın asla olmadığı kimseler olmaya ve
akademik, bilimsel ve eğitim çalışmalarını kapalı kapıların ardında,
bizlerle iletişim kurmadan sürdürmeye hakları yoktur. Onlar,
bilimsel düşünceyi devam ettiren, bilimin ilerlemesine katkı
sağlayan ve yanlışların düzeltilmesinde rol oynayacak en güvenilir
insanlardır. Bilim ilerleyen bir süreçtir. Bilimle uğraşan kimseler
bunu asla unutmamalı ve yaptıkları çalışmaları, bilimin
ilerlemesinde katkı sağlamaları için paylaşmalı ve özellikle de
kendilerinden sonra bilimin ışığını taşıyacak gençlere cesaret
vermelidirler. Kapalı kapılar arkasında yapılan araştırmalar sadece
o kapılar arkasında kalmaya mahkumdur. Çünkü bilim, ancak üst üste
eklenerek ilerleyebilir. Gençler, sıçramaları için gerekli olan
cesaretten yoksun bırakılmamalıdırlar.
Türkiye’de öğretim elemanlarının koşulları az çok bellidir.
Üniversitelerde ders vererek ve bilimsel çalışmalar yaparak çok
büyük maddi kazançlar sağlayamazlar. Zaten bilim yapmak da bir
meslek olarak değil, bir yaşam tarzı olarak düşünülmelidir. Bu
düşünceyle paralel bir duruş sergileyen öğretim elmanlarının da
dünyaya bırakacakları en büyük iz, öğrencilerine yapacakları yatırım
olacaktır.
Üniversite yaşantısı, orta öğretim veya lise gibi diğer dönemlerden
farklıdır. Gençler üniversiteye geldiklerinde, bambaşka beklentiler
içerisindedirler. Çünkü üniversite, diğer öğrenim birimlerinden
görece daha özerk bir mekandır. Gelinen kurum, artık konuşmak, karşı
çıkmak, öğrenmek, eleştirmek istenilen bir konumdadır ve bu
beklentilere cevap verilip hayal kırıklığı yaşatılmamalıdır. Lise
sıralarında alışılan, öğretmenin öğreten ve öğrencinin de öğrenen
olduğu sistemden çıkılıp, hem öğrencilerin hem de öğretim
elemanlarının karşılıklı birbirlerini besledikleri ve birlikte bir
şeyler öğrendikleri bir sisteme geçilmiştir artık. Dolayısıyla,
derse girip sadece o güne kadar kendi hocalarından öğrendiklerini
öğrencilerine aktaran, bilimin ve teknolojinin ilerlemesine ayak
uyduramayan öğretim elemanları ne yazık ki kendi yankılarını
bulamazlar hayatlarında. Yeni nesilden kopuk, gençlerin neler
dinlediğiyle, nelere önem verdiğiyle ya da nerelere gittiğiyle asla
ilgilenmeyen ve onların yaşamlarına dokunmayan öğretim elemanlarının
gençlerle kurdukları iletişim doğal olarak oldukça kısır kalacaktır.
Öğretim elemanı, doktor, doçent veya profesör unvanlarına sahip
olmak, artık öğrenilecek bir şeylerin, edinilecek bilgilerin
kalmadığı anlamına gelmez. Her insan yeni bir dünyadır ve bu nedenle
öğretirken öğrenmek bu ilişkinin temel taşı olmalıdır.
Dersler, öğrencinin ve öğretim elemanlarının mecbur oldukları için
katıldıkları, haftalık bir etkinlik değil; aksine her iki grubun da
isteyerek, heyecan duyarak, meraklanarak geldikleri, karşılıklı
sağlıklı, entelektüel ve insani ilişkiler kurdukları ve sonucunda
her iki tarafın da zihinsel olarak beslendikleri akademik bir süreç
olmalıdır. Öğrenciler, hangi ders ya da hangi alan olursa olsun, bu
süreçte doyasıya beslenmeliler; öğretim elemanları da sırtlarını
tahtaya dönüp anlatmak, elllerindeki metinleri okumak ya da sırf
daha “akademik” duruyor diye jargonlarla öğrencileri boğmak yerine,
onların hayatlarına dokunmayı denemelidirler.
Deniz yıldızlarını kurtaran adamın hikayesini ilk defa üniversite
birinci sınıfta bir HocaM’dan dinledim. O zamandan beri hep acımasız
dalgalarla sığlıklara mecbur kalan pek çok deniz yıldızının olduğunu
düşünmüşümdür. Hepimiz birer deniz yıldızıyız ve deniz yıldızlarını
sığ kumsallardan alıp derin denizlere kavuşturan kahramanlara
teşekkür ederim.