Matematikçilerden Bir Portre :

Prof.Dr.Timur Karaçay

 

Röportaj : Mükerrem Doğan

 

MD-            Matematikçiler Derneği adına bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Röportajımıza, özgeçmişinizi alarak başlamak istiyoruz.

TK-            Zahmetiniz için ben teşekkür ederim. Özgeçmişleri sorulduğunda, çoğu sanatçı, işlerine küçük yaşta başladıklarını ve yaşam boyu sürdürdüklerini söylerler. Benim matematikçiliğim öyle olmadı. Raslantılar beni akademik yaşama sürükledi. Kanımca, ancak dahi sanatçılar ve dahi bilim adamları küçük yaşta keşfedilebilirler. Örneğin, Gauss onlardan biridir. Bu dahiler bir kaç yüzyılda bir gelirler, geldiklerinde de kendi alanlarında çığır açarlar. Kesinlikle ben onlardan biri değilim. 1942 yılında Uzunyayla’da doğdum. Beş sınıfın bir arada tek öğretmenle okutulduğu köy ilkokulunu bitirdikten sonra, Pınarbaşı Ortaokulu’na gönderildim. 1956 yılında ortaokuldan mezun oldum. İlçede lise yoktu. Sağ olduğunu umduğum ve adını saygıyla andığım matematik öğretmenim Bekir Hepgül, beni yatılı öğretmen okulu giriş sınavına soktu. Böylece Sivas İlköğretmen Okulu’na girdim. Orayı bitirdiğim 1959 yılında, ilköğretmen okullarının 1, 2 ve 3 üncüleri seçilip Ankara Yüksek öğretmen Okulun’a gönderildiler. Onlardan biri olarak seçildim. O gruptaki öğrencilerin hepsi okullarından seçilmiş yetenekli gençlerdi. Çoğumuz, İki aylık yoğun bir eğitimden sonra 1959 güz dönemi sınavlarında Ankara Atatürk Lisesi bitirme sınavını başardık. O yıllarda, yalnız lise diplomasına sahip olanlar üniversiteye girebiliyordu; lise dengi meslek okullarından mezun olanlar üniversiteye giremiyorlardı. Üniversite giriş kapısında şimdiki gibi büyük bir yığılma yoktu. Her fakülte kendi öğrencisini seçiyordu. Her bölüme girme şansımız vardı. Ben, bilinçsizce iyi bir seçim yaptığımı düşünüyorum. “En kral öğretmenlik, matematik öğretmenliğidir” diyen içleri duygu yüklü bilinçsiz gençlerden biriydim. Matematikçi oluşum böylesine bilinçsiz ve rasgele başladı.

            1963 yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümünü ve Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdim ve Sivas Dörteylül Lisesine öğretmen olarak atandım. Öğretmenliği seviyordum, ama altmışlı yılların keskin siyaset kavgaları eğitim sistemimize kötü yansıyordu. Bu kavgadan sıyrılmak için, öğretmenlikten ayrıldım ve Ege Üniversitesi’ne asistan oldum. Asistanlığımda büyük bir şans yakaladım. Yeni kurulmakta olan Ege Üniversitesi Matematik Bölümün’de bir kaç yabancı profesör vardı. Onlarla çalışma fırsatım olunca, matematiğin ne olduğunu yavaş yavaş anlamaya başladım. Ondan sonrası kendiliğinden akıp gitti. Akademik hayat, şaraba benzer: yıllar geçtikçe, mayalanır, değeri artar.

Bu arada, yukarıda sözünü ettiğim konuya tekrar kısaca değinmeme izin veriniz. Altmışlı yıılarda, meslek okulları, yalnız o mesleği yapacak gençleri eğitiyordu ve o mesleği öğretiyordu. Sanat okullarımızdan iyi marangoz, iyi demirci, iyi kaynakçı, iyi tornacı vb yetişiyordu. Bunlar, iş hayatına atılınca, tulumları giyip atölyeye, fabrikaya giriyor; kazandıkları bilgi ve beceriyle üretimde kaliteyi yükseltiyorlardı. Bir meslek okuluna giden, o mesleği yapmak üzere yetiştiriliyordu. Meslek değiştirmek isteyen kişi, bunun gereğini yapmak zorundaydı; yani genel liseyi bitirmeliydi. Keşke o sistem bozulmasaydı. Meslek okullarının sayısı arttı, ama işlevleri bozuldu. Meslek okulları, genel liseler gibi üniversite önüne gençleri yığıyor. Önümüzdeki üç yılda 3 milyon lise mezununun üniversite kapısaına yığılması bekleniyor. Bu kalabalığın içinden ancak 50-70 bin kişi istediği bölüme girebililecektir. Öte yandan, üniversite mezunları sokakta işsiz dolaşıyor. Ülkemizin esas açmazı buradadır. Milli Eğitim Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurulu, hâlâ ileriye dönük planlar yapamıyor. Gelecek 5 yılda, 10 yılda 20 yılda Türkiye’nin işgücü gereksemesinin ne olduğunu kimse bilmiyor. Bu, içinde yaşadığımız ekonomik krizden daha feci bir durumdur. Eğitimi doğru plânlamadan ağır ekonomik bunalımları atlatamayız. Eğitimi yönlendiren güdü, ülke çıkarları yerine siyasi çıkarlar olunca, her şey rayından çıkıyor.

MD-              Matematiğin düşünce yapınıza, kişiliğinize katkıları nelerdir? Matematik size neler kazandırdı.?

TK-            Matematik, herkese, usavurma dediğimiz doğru düşünme becerisini kazandırır. Az ve öz konuşma alışkanlığı verir. Bir siyasetçi ya da bir toplumbilimci iki saat konuşup hiç bir şey söylemeyebilir. Ama bir matematikçi hiç bir (doğru) şey söylemeden iki dakika bile konuşamaz. Bunun yanında, matematikçi araştırmacıdır. Önüne gelen bir konunun özünü derinlemesine öğrenmeden, o konuda konuşamaz. Bu arada, ayrıca, doğu kültürü ile batı kültürü arasındaki önemli bir ayrıma değinmek gerekir. Doğu kültüründe, otoriteye inanmak esastır. Otoritenin düşünceleri, öğretileri, yargıları, buyrukları kesindir. Üstünde tartışılamaz; ona ancak biad edilir. Ortaçağ kilisesinin egemenliği de böyle kuruldu. Ama, Rönesanstan sonra, avrupada insan yeniden düşünmeye, doğruyu yanlışı sorgulamaya başladı. Doğudakiler inançta, kültürde bunu başaramadılar. Bu gün eğitimli kişilerimiz bile, bir konuyu asıl kaynağından araştırmak yerine, “bir bilene sormak” yöntemini izliyorlar. Kültürümüze sinen bu alışkanlık çok kötüdür; hızla değiştirmek zorundayız. Bunu ancak eğitim sistemimizle başarabiliriz. Öğrenmeyi, düşünmeyi, sorgulamayı öğretmenin, bunu kültürümüzün bir parçası haline getirmenin en iyi aracı matematik öğretimidir. Çünkü, matematik bir şeye inanmanızı istemez, onu sorgular, ispat eder.

MD-      Uzun yıllar matematiğe emek vermişsiniz. İlk zamanlarınızla şimdiki konumunuz arasında neleri aştınız? Neler değişti? Hayal kırıklığına uğradınız mı?

 

TK-            Ortaöğretim sırasında önümüze gelen problemi çözünce, büyük matematikçi olduğumuzu zannediyorduk. Üniversitede bu anlayışımızın çok değiştiğini sanmıyorum. Üniversite yıllarında da matematiğin ne olduğunu anlamadık. Mümkün olduğu kadar çok ve zor problem çözmek peşinde koştuk. Oysa, matematikte bilinen yöntemlerle problem çözmek, mekanik bir iştir, bir teknisyenliktir. Gerçek matematikçinin uğraştığı problemler, matematiksel sistemlerdir, matematiksel yapılardır. O sistemler, bize doğa olaylarını açıklamamıza, içinde yaşadığımız evreni daha çok kavramamıza yardım eder. Uygarlıkları yaratan esas araçlar bunlardır.

Matematiğin niteliklerinden birisi de onun bir sanat oluşudur. Sanatın bir çok özeliklerini taşır. Ama sanatta olmayan başka ve üstün niteliklere de sahiptir. Dolayısıyla, matematikçi, çoğu kez bir sanatçı gibi davranır. O yaratıcıdır.

Bu yönleriyle bakınca, matematikçi olduğum için hiç pişmanlık duymadım. Ancak, geçmiş yıllardaki siyasi kavgalar üniversiteleri de ciddi olarak etkilendi. Bilim adamı olması gereken çoğu yönetici, kendilerini siyasetin seline kaptırdı. Sonuçta, bunlar üniversiteye ve Türk Yüksek öğrenimine çok zararlı oldu. O dönemlerde, yapılan yanlışları görüp isyan eden genç kuşaktan biriydim. Hiç bir yanlışı düzeltememenin ezikliğini, kırgınlığını ve öfkesini, ben de pek çok insan gibi içimde taşıdım. Bu yaşadıklarımız, bizim kuşağı, bilgi üretiminde ulaşabileceği sınırın gerisine düşürmüştür. Ülke için tamamen kaybedilmiş, geri gelmeyecek yıllardır. O nedenle, zaman zaman, “neden üniversitedeyim” dediğim anlar oldu. Ama “neden matematikçiyim” dediğim anlar hiç olmadı.

MD-            Her insan matematikte başarılı olabilir mi?

TK-            Matematik, insanlığın biricik ortak dili olduğundan, zaten, hemen herkes matematiği gerektiği kadar öğreniyor. Herkes saymayı, mukayese yapmayı, toplamayı, çıkarmayı biliyor. Biraz öğrenim görenler çarpma ve bölmeyi bile yapabiliyorlar. Üçgen, dörtgen, daire, küp, küre gibi başlıca geometrik nesneleri biliyorlar. Metre, kilogram, litre gibi ölçü birimlerini kullanabiliyorlar. Para sayabiliyor, alış-veriş yapabiliyorlar. Günlük yaşamda da insana gerekli olan matematik bunlardır.

Ancak, matematiği ortak bir dil olarak öğrenmekle, matematiçi olmak ve matematik yapmak farklı şeylerdir.

“Matematikçi” derken matematiği bir araç olarak kullanan meslek sahibini kastediyorsak, bunun için üstün matematik yeteneği gerekmez. Normal zekalı herkes bunu başarabilir.

Öte yandan matematikçi derken, matematiksel araştırmalar yapan, matematiksel sonuçlar üreten kişiyi kastediyorsak, onun için özel matematik yeteneği gerektiğini söylemek yanlış olmaz. Nasıl ki herkes ressam olamaz, şair olamazsa her insan da bu anlamda matematikçi olamaz.

MD-      Geçen yıllara göre, matematik bölümünü seçen öğrenci sayısında bir artış gözleniyor mu? Nedeni sizce nedir?

TK-             Üniversite giriş istatistiklerine bakmadan bu soruya doğru cevap veremeyeceğim. Ancak, apaçık bir gözlem var. Eğitim fakültelerinin matematik öğretmenliği bölümleri kontenjanları hemen hemen dolduruyor ve bu bölümlere girenlerin puanları, matematik lisans bölümüne girenlerin puanlarını aşıyor. Bu şunu gösteriyor: artık gençlerimiz sadece üniversite mezunu olmak değil, mezun olduktan sonra bir iş sahibi olmak istiyor.  Üniversiteyi bitiren çok sayıda işsiz gencimiz var. Eğitim fakülteleri, uzak gelecekte de gençlere iş garantisi vaadediyor. Çünkü, eğitimde istihdam olanakları daima yüksektir. Bu neden çok hoşumuza gitmese bile, yarattığı sonuç sevindiricidir; daha üstün yetenekli öğrencilerin öğretmenlik mesleğini seçmesi, gelecek on yıllarda Türkiye için yararlı olacaktır.

MD-            Matematik Mühendisliği, Matematik Lisans, Matematik Öğretmenliği eğitimleri arasında fark var mıdır ? Farklar nelerdir ? Yüksek Lisans Eğitiminde branşlara ayrılamaz mı?

TK-            Matematik Mühendisliği diye bir şey olmaz. Asıl olan matematik lisans öğrenimidir. Bir zamanlar, devlet kadrolarında mühendislerin sayısı yetersizdi; piyasa ile rekabet edebilmek için, mühendis ünvanı olanlara bir üst dereceden işe başlama fırsatı veriliyordu. Bu olanağı kullanarak, matematiğe cazibe yaratmak isteyen bazı üniversiteler “Matematik Mühendisliği” adıyla bölüm açtılar. Sayıları, yanılmıyorsam, iki tanedir. Yürürlükteki personel yasasına göre, zaten bu ünvanın bir avantajı da kalmadı. Eğitim fakülteleri, orta öğretime matematik öğretmeni yetiştiriyor. Programları ona göre düzenlenmiştir. Aldıkları derslerin yaklaşık yarısı eğitim bilimlerine, yarısı matematiğe ayrılıyor. Bu fark, elbette mezunların matematik bilgilerinde de etkisini gösterir. Yüksek Lisans eğitimi ise tamamen üniversiteye bağımlıdır. Okutulan dersler, bölümdeki öğretim elemanlarının uzmanlık alanlarına yakın olur. Doktora eğitimi, branşlaşmanın da çok ötesinde, özel bir konuya yöneliktir.

            Konu açılmışken, bununla ilgili bir görüşümü belirtmek istiyorum. Türk Yüksek Öğretim Sisteminde, uzun zamandan beri, temel bilimlerin (matematik, fizik, kimya, biyoloji) önemi ikinci plana atılmıştır. Bu çok yanlış bir tutumdur. Yeterince temel bilimciniz yoksa, teknoloji üretemez, geliştiremezsiniz. En yeni paket teknolojiyi satın alsanız bile, bir kaç yılda bu teknoloji eskiyor; dünya ile rekabet gücünüz kalmıyor. Araştırmalardan hemen uygulanabilir sonuç almak isteyen TÜBİTAK bile, temel bilimleri geri plana itmiştir. Büyük umutlarla, ülkenin bütün araştırma kaynaklarını aktararak kurduğu Gebze tesisleri bu gün hantal işleyen bir üniversiteden farklı değildir; üstelik araştırmaya gitmesi gereken büyük kaynaklar genel giderlere kaymaktadır. Bunun yerine, bu tesislere harcanan paralarla, üniversitelerimizdeki genç araştırmacılar desteklenseydi, bu gün bir çok üniversitemizde ciddi araştırma odakları oluşabilecekti.

            Teknoloji geliştirmenin, teknoloji kurmanın ne olduğunu iyi kavramak zorundayız. Türkiye’ye paket teknoloji ile gelen yeni bir otomobil fabrikasının ülke kalkınmasına hiç bir katkıda bulunmadığını görebilmeliyiz.

MD-      Vakıf üniversiteleri ile devlet üniversiteleri arasında matematik eğitimi açısından farklılıklar var mıdır?

TK-            Öncelikle, vakıf üniversitelerinin ne olduğunu belirlemeliyiz. Çünkü, çoğu kişi bunları özel ticari kurumlarmış gibi görüyor. Oysa, vakıf üniversiteleri kâr amacı gütmeyen ve kamu yararına çalışan kurumlardır. Devlete yükleri yoktur. Ama bu ülkenin çocuklarını eğitiyor, bu ülkeye hizmet ediyorlar. Vakıf üniversitelerinin yaptığı paralı eğitim, bazı devlet üniversitelerinin yaptığı paralı ikinci eğitim gibidir. Eğer vakıf üniversiteleri olmasaydı, burada okuyan öğrencilerin onbinlercesi yurt dışına okumaya gidecekti. Gidemeyenler de, yüksek öğrenim hayalleri suya düşen milyonlarca gence katılacaktı. Yurt dışında okuyan her öğrenci yılda 20-40 bin dolar transfer eder. Bu dövizi ülkede korumaları bile vakıf üniversitelerinin başardığı büyük bir hizmettir.

            Öte yandan, parasız eğitim konusunu Türkiye ciddi olarak ameliyat masasına yatırmak zorundadır. Gerçekte, parasız denilen bu sistemden, ancak belirli maddi gücü olanlar yararlanabiliyor. Parası olmayan bir gencin okuması, bu sistem içinde mucizedir. Üniversite kentlerinden uzakta yaşayan varlıksız bir ailenin çocuğunun bu parasız eğitimden nasibini nasıl alacağını kim açıklayabilir?

            Eğitimden herkesin ve özellikle varlıksız kesimin yararlanabilmesi için, eğitim paralı olmalıdır. Üniversiteye giren her genç, üniversiteye öğrenim maliyetini ödemelidir. Üniversiteye ödediği bu ücreti, talep etmesi halinde, devletten kredi olarak alabilmeli; mezun olunca bu krediyi geri ödemelidir. Bu kaynağı, devlet, üniversite bütçelerinden yapacağı kesintilerle karşılayacaktır. Üniversitelere, genel bütçeden, ancak, öğrenim ücretleriyle karşılanamayacak yatırımlar için  ödenek ayrılmalıdır. O zaman, bir çok devlet üniversitesinin silkinip bir dinamizm içine girdiğini göreceğiz. Bazı üniversitelerimizin gerçek anlamda küçülmek zorunda olduklarını, küçüldüklerinde hizmetlerin daha iyi yürüyeceğini herkes biliyor. Bir tıp fakültesinde 150 öğretim elemanı  varsa, bunların kaç yılda bir ders okuttuklarını, vergi veren yurttaşlar sorgulamaya başlamalıdır.

            Bu söylediklerimin sorunuza yanıt olmadığını biliyorum. Ama, sorularınızdan yararlanarak, dile getirilemeyen bazı gerçekleri ortaya koymayı amaçlıyorum. Umarım kızmıyorsunuz. Şimdi sorunuza yanıt verebilirim.

            Vakıf üniversitelerin çoğunda matematik bölümü yoktur. Bunun çok açık bir nedeni var: Kimse para verip, matematik öğrenimi yapmak istemiyor. Bu sistem içinde, vakıf üniversitelerinin talep olmayan ve kendi kendini finanse edemeyen bölümleri açması beklenmemelidir. Ama, yukarıda belirttiğim, paralı eğitim sistemi gelirse, vakıf üniversiteleri ile devlet üniversiteleri arasında büyük fark kalmayacaktır. Türkiye, bu sisteme yönelmek zorundadır.

MD-              Sizce matematik bölümü öğrencilerinde, okurken bir iş bulma kaygısı var mıdır?

TK-       Elbette var. Genellikle, matematik bölümü istenerek ilk sıralarda seçilen bir bölüm değildir. Öğreniminin zorluğu yanında, mezuniyetten sonra bol paralı iş bulamama kaygısı bunda başlıca etkendir. Temel bilimciler aleyhine gelişen ve insaf ölçülerini çoktan aşan ücret dengesizliğinin giderilmesini yıllardır boşuna umut ediyoruz. 

MD-              Matematiğe ilgiyi artırmak için neler yapılabilir?

TK-       Son 30 yılda Türkiye'de çok para kazanmak, köşeyi hızla dönmek insanların birincil hedefi oldu. İnsanlar para kazansınlar; buna bir diyeceğim yok. Çok para kazanmak da insanları mutlu edebilir. Ama çok para kazanmak, mutluluğun tek yolu değildir; hatta bazan hiç değildir. Sanatla uğraşmak, bilimle uğraşmak, bir şey üretmek, insanlığa yararlı bir eser bırakmak gibi işler de en az zengin olmanın insana vereceği kadar huzur verir. Hattâ daha fazlasını verebilir. Örneğin, Gauss'un zamanında yaşayan çok zengin insanlar vardı. Hiç birimiz o zenginlerin adlarını bile bilmiyoruz. Ama Gauss'u hepimiz biliyoruz. Adını heyecanla anıyoruz. Böyle biri olmayı, zengin olmaya kim yeğlemez!

            Eğitim sistemimiz, çocuklarımıza, gençlerimize bilimin ve sanatın peşinde koşulacak yüce şeyler olduğunu algılatabilmelidir. Yaygın deyimiyle, medyanın “televole” kültürüyle bu işin başarılamayacağını her eğitimci söylüyor.

MD-              Türkiye’de matematiğin tanıtımı neden yeterince yapılamıyor?

TK-       Bu, bir yanıyla biraz önce söylediklerimizle çok ilişkili. Konunun başka bir yanı daha var: Bütün dünyada matematik korkulacak bir bilgi alanı olarak tanıtılıyor. “Böyle tanınmasından, biz matematikçiler de zevk alıyor muyuz?” diye zaman zaman düşünmeye başladım. Geçen yılki konuşmamda da şu tezi savunmaya çalışmıştım:

İnsanların en çok bildiği şey matematiktir. En kolay bilgi matematiktir. Bu nedenle, her insan kendisine gerektiği kadar matematiği öğrenebiliyor. Ama hiç birimiz gerektiği kadar hukuk, sosyoloji, ekonomi, sanat, edebiyat vb bilmiyoruz. Eğitim sistemimiz herkese matematiği gereğinden çok öğretmeye uğraşıyor. Öğrettiklerimiz yaşamdan çok kopuk. Bir TV programında, bir sanatçımız ilginç bir örneği karikatürüze etti: Bakkala gittim. Cebimdeki paranın 1/8 ile çikolata, 1/5 ile defter aldım. Geriye 2700 liram kaldı. Cebimde kaç para vardı? Hiç kimse bakkala gidip, “cebimdeki paranın 1/8 ile şeker alacağım” demiyor. Ama, bu konu yalnız Türkiye’nin sorunu değil. Dünyanın pek çok ülkesi aynı ızdırabı yaşıyor.

Ülkemizde öğretmen örgütleri, eğitimle ilgili sivil toplum örgütleri, artık eğitimle ilgili problemleri inceleyip çözüm yolları üretmelidir. Örneğin, Matematikçiler Derneği’nin son zamanlarda yaptığı çalışmalar, yapılması gereken işlere güzel örneklerdir. Bu nedenle yaptığınız çalışmaları takdir ediyoruz. Umarım başarılarınız devam edecektir. Faaliyetlerinizi yaygınlaştırarak devam ettirebilirseniz, ülkeye büyük hizmet vermiş olursunuz.

MD-            2002 ve daha sonraki yıllar için Matematik Sempozyumu konusunda neler düşünüyorsunuz?

TK-           Şimdiye kadar olduğu gibi, sempozyumun bir kanadı ağırlıklı olarak eğitime ayrılmalıdır. Toplantı duyurularını daha geniş kitlelere yapmak, geniş katılım sağlamak gerekir. Ayrıca, olanak doğdukça, Ankara dışında da faaliyetlerde bulunmaya çalışmalıdır.

MD-            Derneğimize önerileriniz ve tavsiyeleriniz nelerdir?

TK-            Derneğinize tavsiyede bulunmak benim haddimi aşar. Çok güzel işler yapıyorsunuz. Yılmadan, yorulmadan çalışmalarınızı sürdürebilmenizi yürekten diliyorum.