ÇEVRE SORUNLARI
NEDENLER VE ÇARELER İLETİŞİMİ
irfan erdogan
Kapitalizm, dünya emperyalizmi safhasında, kendi imajında bir dünyayı hızla yaratmaktadır. Sadece dikey anlamda değil, aynı zamanda kapitalist sınıflar içindeki yatay çelişkiler gittikçe milli sınırları daha da çok aşmaktadır. Son yıllarda artan çevre sorunundaki ve çözümündeki uluslararasılaşma, gerginlikler ve çatışmalar buna bir örnektir. Çevre sorunu egemenlik ilişkilerinin en açık bir şekilde kendini gösterdiği önemli bir mücadele alanı durumuna gelmiştir. Gerçi çevre bozulması hemen herkesi etkileyen bir oluşumdur, fakat çevre kirliliğinin olduğu, tehlikeli atıkların atıldığı, tehlikeli suların kullanıldığı ve içildiği, tehlikeli kimyasal ilaçların serpildiği ve kullanıldığı, bacalarından zehir saçan fabrikaların kurulduğu, madencilik ve tarımsal işletmelerin yapıldığı ve modern hayvancılıkla talan edilen yerlere bakarsak, bu alanların yoksul ve güçsüzleştirilmiş kitlelerin yaşadığı bölgeler olduğunu görürüz. En kötüsü, en çok etkilenen de, en çok soyulanlar olmaktadır: Doğa ve doğaya bağlı olarak yaşayan varlıklar.
Çevre sorunu insanlık sorunudur. Bu sorunun yaratıcısı da günümüzdeki egemen kalkınma anlayışını biçimlendiren ekonomik yapılardır. Bu yapılar nasıl ki emeği sömürerek zenginlik ve yaygın yoksulluk yarattıysa, benzer şekilde doğanın kaynaklarını insafsızca sömürerek sadece doğada yoksulluk yaratmamış aynı zamanda insanların sağlığını bozan koşulları ortaya çıkarmıştır. Ardından da, tepkilere karşı kendini haklı çıkaran ve meşruluğunu savunan ideolojik pozisyonlandırmalar ve ekonomik girişimlerle tedbirler getirmiştir: Bu tedbirlerin hemen hemen hiçbiri sorunları ortadan kaldırmaya yönelik değildir. Aksine, "minimum kirlilik ve bozulma" standartları getirerek, hem egemen pratiklere devam etmektedir, hem de bu tedbirler ve standartlarla sermaye için yeni büyüme alanları, örneğin kontrol endüstrisi ve çevre teknolojisi, oluşturmaktadır. Eğer çevre ile ilgili olumlu gelişmeler olmaktaysa, bunun nedeni, her ülke içindeki mücadele veren insanlardır.
NEDENLER VE NEDENSELLİK İLİŞKİLERİ: İLETİLENİN İDEOLOJİK YAPISI
Bilimsel araştırmada yapılacak en büyük hatalardan biri de ara-faktörleri ve hatta sonuçları bağımsız veri olarak almaktır. Bu tür yaklaşımın tehlikesi sadece bilimsel hata değil, aynı zamanda, çözüm çarelerini de bu yanlış temele dayandırdığı için, politikaların da bilerek veya bilmeyerek yanlış saptanmasıdır. Günümüzdeki çevre sorunlarının ana nedenlerinden biri de, ayni zamanda, bu tür saptamalardır.
Nedenselllik ilişkisinde, çevre sorunlarıyla ilgili sayısız etkenler olduğu inkar edilemez. Fakat bu etkenlerin hepsinin temelinde saptayıcı bir neden yatmaktadır: Sorunların nedenleri en özlü anlatımla sosyal üretim biçimidir. Çevre sorunları kazaların veya kötü yönetimlerin sonucu değildir. Kazalar, kötü veya iyi yönetimler, bürokratik çıkmaz ve uygulamalar, halkın bilinci, eğitimi ve katılım tarzı, belli üretim ve ilişki biçimlerinin yansıma örneklerinden öte birşey değildir. Yasalar çalışmıyor, uygulanmıyor, hiçbirşey yürümüyor gibi şikayetlerle anlatılan çaresizlik ve çıkmazın kendisi de şikayet ettiği gerçekler gibi çalışan bir düzenin günlük işleyiş biçimini dile getirir. Sorunlar ve sorunlar için sunulan egemen çözümler birkaç yüzyıldır yapılaşan büyüyen ve genişleyen bir dünya sisteminin çalışma biçiminden çıkıp gelmektedir. Ekoloji ve insan peyzajının durumu, kötü yönetimin çok ötesinde, egemen bir iş görme biçiminin sonucudur.
Güç ilişkilerinin getirdiği sonuçlar, çıkar hesapları ve yanlış pozisyonlandırılmış neden-sonuç-çare ilişkileri kendilerine özgü bir gerçeği dile getirirler: Örneğin, dolgu alanlarındaki patlamanın nedeni metan gazıdır. Patlama ile metan gazı arasında inkar edilemez bir nedensellik ilişkisi vardır. Çare: metan gazını patlamaya meydan vermeyecek biçimde kontrol etmek. Sorun çözüldü. Acaba? Çözülmedi. Egemen endüstriyel yapıya,kendini sürdürmesi ve genişlemesi sürecinde, yeni bir teknolojik, ekonomik, siyasal ve ideolojik faaliyet alanı eklendi. Bu, "patlama-metangazı-çare" yaklaşımının, iki kere iki dört ötesinde çok önemli kuramsal ve pratik anlamları vardır: Bu yaklaşım patlama ve metan ilişkisini olduğu çevreden soyutlayarak ele alır. Çözüme yaklaşımı mekanikseldir. Kendini sadece belli bir sonucun (patlamanın) çıkmasına neden olan son-nedenle (metan gazıyla) sınırlar. Bütün bunların anlamı oldukça açıktır: Bu yaklaşım patlamanın oluştuğu çevredeki patlamaya kadar gelen her türlü yapıyı dokunulmaması gereken, soruşturulmaması gereken, meşru bir yapı olarak görür (veya güç ilişkileri nedeniyle görmek zorundadır). Egemen yapısal faaliyetlerin zararlı sonuçlarını sadece bu sonuçların kontroluyla düzeltmeye yönelik bir yaklaşım bu egemen faaliyetler düzeninin tutucu-destekleyici bir parçasıdır. Yaklaşımın bu sınırlardan çıkıp, patlamanın nedenini metan'a bağlarken, sorunu patlamanın olduğu çevre ve bu çevreyi etkileyen diğer çevreler içinde anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak gerekir. Yaklaşım böyle olunca, çare metan gazını kontrol gibi tek bir alternatifsiz alternatif içinde hapsedilmez. Aksine, birden fazla alternatifler ve bu alternatiflerin önemi ve anlamları üzerinde durulur. Örneğin, kontrol yerine, patlamanın olduğu faaliyetin sorunlu üretim biçiminin yeniden düzenlenmesi veya o çevreden taşınması, ya da alternatiflere yer vererek durdurulması gereği yeni ve en doğru bir alternatif olarak ortaya çıkabilir.
Neden, örneğin Agenda 21 gibi Dünya Çevre Zirvesinin ürünü olan bir yapıt, yaptığı durum analizinde oldukça gerçekçi olurken, ileri sürdüğü nedensellik ilişkileri ve önerilerinde yüzeysel kalmaktadır? Yüzeyselliğin en önde gelen nedeni, giderilmesinin ve önlenmesinin gerektiği savunulan çevre ve insan peyzajı koşullarının değişimini sağlama yaklaşımında, bu koşulları yaratan güç yapısına olan bağımlılıktır. Yanlışlıkları azaltmak ve yüzeysellikten kurtulmak ancak koşulları oluşturan egemenlik ilişkilerinin ve güç yapısının ekonomik, siyasal ve kültürel özelliklerine eğilmekle sağlanabilir.
"Nüfus artışı" önemli toplumsal oluşumlarda ana etken-neden (bağımsız-etken) olarak her zaman gösterilmektedir. Nüfus artışının yoksulluğa ve açlığa neden olduğu, kalkınmayı kösteklediği ve çevre bozulmasında önde gelen faktör olduğunu iddia etmeyi, bilimsel-körlük yanında, insanlara ikinci bir hakaret olarak kabul ettiğimiz için, nedenler arasına, "neden" olarak koymadık: İstatistik maniple edilerek ulaşılan soyut nicelikselliğin ötesine gidilip, mülkiyet ilişkileri, teknolojinin kullanım biçimi, kaynakların ve zenginliklerin bölüşümü ile bu niceliksellik (nüfus artışı) anlamlandırılmaya çalışılırsa, o zaman tamamiyle ayrı bir gerçek ortaya çıkar. Bunun için, kurbanı suçlayarak bir kez daha kurban etme ideolojisinden uzak durduk. Onun yerine, neden nüfus artışının "neden" olarak gösterildiği ve oynadığı rolü vurgulamaya çalıştık.
Çevre sorunu olarak nitelenen olgular, temelde, birer sonuçtur. "Ancak dinamik süreçlerdir ve bu süreçlerde belirleyici olan, nedenlerin niteliğidir." Sorunların nedenlerinin belirleyicilerinin etkenlik düzeyleri zaman ve yere göre değişiklikler gösterebilir (Çağlar, 1991). "Gübre tüketim yoğunluğu," veya "motorlu taşıt trafiği yoğunluğu" çevre sorunlarına yol açan etkenlere katman olarak ele alındığında, belli bir teknolojik süreçte ve zamandaki durumu ifade ederiz: Gübre tüketim yoğunluğuyla çevre bozulmaları arasında görünen pozitif ilişki, öncelikle köylünün bilinçsiz kullanımından değil, belli bir üretim teknolojisinin yapısal özelliklerinden ve ilişki biçiminden kaynaklanır. Bu teknoloji ve ilişki biçiminin egemen koşullarının çevre bozulmalarını yaratmayacak biçimde değiştirilmesi, gübre tüketim yoğunluğuyla olan pozitif ilişkiyi ortadan kaldırır. Bunun anlamı da epey açık: Egemen üretim süreçlerini değiştirmeden sürecin son halkasındaki oluşum ve kullanıma yönelik sorun-çözme girişimleri en iyi biçimleriyle yeni sorunlara gebe kısa dönemli aspirin yutturmalarıdır.
Çevre bozulmalarına neden olan etken, örneğin sınai yapılaşma hızı veya kentlileşim yoğunluğu değil, sürecin kendine özgü biçimidir. Yoğunluk belli koşullarda çevreyi bozucu etken olduğu gibi, diğer koşullarda çevreyle destekleyici etkileşim içinde olabilir.
Çevre koruma bilinci ve duyarlılığı, üretim biçimi ve ilişkilerinin fonksiyonel sonuçlarındandır: Bilinç ve duyarlılık, bilinç ve duyarsızlık, bilinçsizlik ve duyarsızlık, bilinçsizlik ve duyarlılık yapısal ilişkilerin getirdiği bir gerçektir ve "eğitimle" ilişkisi ayni fonksiyonellik içinde anlam bulur (yani bilinçle, bilmeyle çevreyi gözetici davranış arasında zorunlu bir pozitif ilişki yokluğu nul-hipotezi her zaman red edilemeyebilir. Günlük deyimle, bilinç, bilgi, eğitim çevreyi bozmayı engelleyen faktörler olsaydı, teknolojik düzenin çok-okumuş ve çok bilmiş tasarımcı, üretici, yönetici ve yürütücüleri (politikacılar dahil) doğa ve insana karşı cinayet olarak nitelenebilecek egemen faaliyetlerde bulunmazlardı: Teknolojik düzen bu biçimde yapısallaştırılmazdı. Dünyayı bugünkü duruma getiren kırsal alanın köylüsünün geleneksel teknolojisi ve "eğitimsiz, bilinçsiz" ilişkisi değildir. Ormanlar, yer üstü ve yer altı kaynaklar sistematik olarak bütün dünyada tahrip veya yok edilmekte, ve bizim bazı profesörlerimiz ve politikacılarımız da köylünün ormanları yakmasından ve toprakları kötüye kullanmasından şikayet ediyorlar ve "cehalete son, eğitmek gerekir" diye uzun yıllardır aynı teraneleri tekrarlayıp duruyorlar. Neden? Bir neden: Güçsüze tekme vurmak hem kolay hem de verimli de ondan. Ayrıça, güçlüye uzanan dil ve el pek de hayırlı neticelerle karşılaşmaz.
Kamuoyu araştırmaları (örneğin anketler) egemen politikaların saptanması ve yürütülmesinde en etken bir araçtır. Bugün reklam endüstrilerinin, televizyonlardaki "çöplük" programların ve "kocakarı dedikodularını modernleştirererek kitle iletişimi biçimine sokan haberlerin büyük başarısı, tutum ve davranış araştırmaları sonuçlarının başarılı bir biçımde uygulamaya konmasına örnektir. Dolayısiyle, bu araştırmaların gereği ve bilimselliği, aranan kontrol ve amaçlardan asla bağımsız değildir. Örneğin, bir kamuoyu anketinde "Çevre bozulması sizce nasıl önlenebilir?" sorusuna, ankete cevap verenlerin çoğunluğunun "vatandaşları eğiterek" seçeneğini seçtiği bulgusu, egemen politikaların ve projelerin uygulanmasını meşrulaştıran dayanaklardan biridir. Böylece, neden, sorun ve çözüm ilişkisinde, öncelikler tersine döndürülerek yeniden pozisyonlandırmalar, yerinden etmeler ve belli sıralandırmalarla egemen gündemler yapılır, kurulur ve yürütülür. Kitle iletişim araçlarında ve özellikle de haberlerde, çevreye ilişkin haberlerin nasıl kurulduğuna bakıldığında en genel hatlarıyla bunların, sözkonusu bir çevre kazasıysa beklenilmeyen ve olasılık dışı bir tehlike olduğu; tamamen insani hatalardan kaynaklandığı; çözümün koruyucu önleyici çevre politikalarınca değil onarımcı çevre politikalarıyla sağlanabileceğini vurgulayan ve çevreci protesto gösterilerini de neredeyse magazin haberleri gibi sunan haberler olduğu gözlenmektedir.
Gelelim bilimsel araştırmalarla kontrol arasındaki ilişkinin bir diğer yüzüne: Çağlar'ın (1994) yaptığı değerli bir araştırmada "Türkiye'deki en önemli çevre sorunu sıralamasında, hava kirliliği " % 63.48 ile en başta ve çöp % 14.61 ile ikinci gelmektedir. Bırakın % 63'ü, diyelim ki, tüm Türk halkının düşüncesi bu olsun. O zaman, kamu politikalarının hava kirliliğini ortadan kaldıracak bir biçimde saptanması ve ona göre uygulamalar yapılması gerekir, çünkü bu, teoride demokrasinin bir koşuludur. Fakat gerekli uygulamalar yapılmaz: Gereken ile uygulanan arasında büyük bir uyuşmazlık vardır. "Gerekir" ile "uygulanır" arasındaki uyuşmazlık\fark\uçurum, güç mücadelelerinin oluşturduğu egemenlik durumunun çıkarcı gerçeğini gösterir. Objektif nedensellik ilişkisi, burada da, güç kullanımı içinde belli bir biçim ve anlam kazanır: Objektif gerçekler subjektif çıkarlar karşısında çöldeki bir yağmur damlası gibi daha yere düşmeden buhar olur gider ve "semtimizin çöplük olarak kullanılmasını istemiyoruz" diye direnen insanlara, belediyenin vurucu "timleri" saldırtılır. Böylece sorun çözülür. Sorun neydi ki? Sorun belediyenin temsil ettiği çıkar hesaplarının ve ilişkilerinin önüne konan, bölücü "istemezük" taşıydı. Taş dövülerek övütülmekte... Yok, hatırladığıma göre, sorun "istemezük" değil, semtimizin çöplük olarak kullanılması, çevre ve sağlık sorunuydu. O zaman, bilimsel bir şekilde şey yapalım; semtinizin halkını, çöp atan kamyonların şoförlerini, bize dayak atan vurucu timleri eğitelim, bilinçlendirelim. (BİZ akıllı, bilinçliyiz. ONLAR akılsız, bilinçsizdir!!) Subjektif gerçeklerin objektifleştirilmesi, günlük yaşam mücadelesinde çıkarla bilinç arasındaki ilişkinin bir sonucudur. Bu nedenle, örneğin, günümüzde, büyük kirletici olan büyük kapitalistler, halkı çevre bilinci yönünde eğitmek için, büyük partiler, büyük destek e çevreci demeçler vererek, hatta çevreci kurullar oluşturarak ve görünüşte-çevreci örgütleri besleyerek büyük çevre korumacısı kılığına bürünürler.
Ormanların endüstriler tarafından kullanım biçimleri, toprak kullanım tarzları, madencilik, tarımsal işletmecilik ve intensif hayvancılık vb. sadece çevre bozulmalarını değil, aynı zamanda kırsal alanlardaki yoksulluğu yaratan ve sürdüren bir biçimde işlemektedir. Kaynakların (orman, su, toprak, maden, enerji vb.) talanının önde gelen nedeni, yerel halkın ne kültürsüzlüğü, eğitimsizliği ve cahilliği, ne geleneksel kullanım biçimi ne de artan nüfus ve tüketim talebidir; Kaynakların sömürülmesi biçimidir. Çevre bozulmasının önde gelen nedeni de....
Yaşadığımız dünyada çevre sorunlarıyla mülkiyet ilişkileri, birbirinin fonksiyonel parçası durumuna gelmişlerdir. Çevre sorunlarını gereğince anlamak ve anlamlı çözüm yollarına ulaşabilmek için, en azından, üretim araçlarına sahiplikte dengesizlik , doğal kaynak dağılımında dengesizlik, kitle üretim endüstrisinde politika değişimi gerekliliği, üretim alanı seçimi ve alanın yakın çevresinin korunması, alan içi çevrenin temiz tutulması, korunması ve geliştirilmesi, üretilen zenginliğin çevre geliştirilmesinde kullanılması; üretildiği yakın çevrenin (yörenin) çevre ve insan koşullarını, bu zenginliğe orantılı bir biçimde, korumak ve geliştirmek için o yörede kalması; uluslararası firmaların ve ortaklarının sömürüsünün böylece azaltılması; zenginliklerin dışarı kaçırılıp zengin olması gereken çevrelerin yoksullaştırılması ve tahribinin önlenmesi gibi önemli faktörler üzerinde durmak gerekir.
SORUNA NEDENLER
ÜRETİM TEKNOLOJİSİ, İLİŞKİ VE YANSIMALARI
Teknoloji kavramı üzerinde durulurken, bilinçli veya bilinçsiz olarak, birbirine bağlı çok önemli, birkaç hata yapılmaktadır. Bunlardan birincisi, teknolojiyi sadece makinelere indirgemek; İkincisi, teknolojik yapıyı insanlığın tümüne mal etmek; üçüncüsü, mülkiyet ilişkilerini gözardı etmek; dördüncüsü, teknolojinin ürünlerine (makinelerine) sorunların çözücüsü olarak sarılmak; beşincisi, teknoloji transferini kurtarıcı olarak nitelemektir. Bir kere, teknolojiyi makinelere indirgemek çok önemli bilimsel ve ideolojik yanılgılara ve sosyal-politika sorunlarına yol açar. Teknolojik yapı belli bir zaman çerçevesindeki insanlık durumunu yansıtır, genel anlamıyla insanlığın o anki gelişmesini gösterir, fakat kesinlikle teknolojik düzenin örgütlenme biçiminden (özellikle, mülkiyet ilişkilerinden) ayrı düşünülemez. Düşünülürse, ne teknolojik yapı, ne toplum işleyişi, ne sorunlar ne de çareler üzerinde sağlıklı başlangıç ve sonuçlar elde edebiliriz. Bu hatalı anlayış nedeniyle ki, örneğin, ürün transferi teknoloji taransferi sanılmakta ve teknolojinin ürünlerine kurtarıcı olarak sarılınmaktadır. Teknoloji transferi kesinlikle modern teknolojik-üretim araçlarında olmaz, çünkü en basit anlamıyla, teknolojik-üretim araçları toplumun değil, belli örgütlenmiş kişilerin mülkiyeti ve kontrolü altındadır. Bu mülkiyet ve örgutlü kontrol yoluyla toplumsal sınıflanmalar, zenginlikler ve yoksunluklar, egemenlik ve bağımlılıklar oluşur ve sürdürülür. Teknoloji transferi olarak nitelenen süreç gerçekte ekonomik ve ideolojik-kültürel sömürü sürecidir. Bu süreçle, teknolojik mülkiyet değil, teknolojik yapının maddesel pazar biçimi ve bu pazarı destekleyen ideolojik (kültürel, siyasal) binası transfer edilir. Hiç kimse sana, modern üretim teknolojisini eliyle peşkeş çekmez, istese bile çekemez, çünkü bu davranış, örneğin, kapitalist düzenin mülkiyet ilişkileriyle gelen sahiplik, pazar, kar ve "sorun ve çözüm" anlayışına yıkıcı bir biçimde karşıt ve aykırı düşer. Televizyon vericilerine ve stüdyo makinelerine sahip olmak, asla televizyon teknolojisini transfer anlamına değildir; çünkü iletişim teknolojisi, iletişimi belli bir biçimde gerçekleştiren radyo dalgalarından elektrik üretimine, değiştiricilerden yükselticilere, şifreleyicilerden şifre çözücülere, studyo kameralarından evdeki televizyon aletine, televizyon aletinin içindeki her parçaya kadar çeşitlenen maddeleri üreten bir sistemdir. Bu sistemde, uluslararası egemen pazara bağımlılığı bir yana itip, teknolojinin ürünü olan parçaları birleştirerek ortaya çıkardığı son-ürüne bakıp üretici olduğunu iddia etmek gülünç bir sahtekarlıktan öteye gitmez. Hele, çevre ve insan peyzajında, egemen teknolojilere ve teknolojik düzene kurtarıcı olarak sarılmak ya körlük ya kasıtlı yanıltma ya da kör yanılgı\yanıltmadır. Çünkü dünyanın bugünkü durumunun nedeni teknolojik düzendir. Sularımızı, havamızı, topraklarımızı kirleten, insan sağlığını bozan ve çeşitli ciddi hastalıklara neden olan ne ve kim? Orman yakan bir iki köylü veya çevreye atıkları serpiştiren "bilinçsiz tüketici" kitleleri mi? Yaratan ve sürdürmeye çalışan ne ve kim (burda ne yaratıcı Tanrıdan ne de birey olarak bir aile veya kişiden bahsediyoruz!)? Dünyayı yaşanmaz duruma getiren ve kitlelere yoksunluk ve çeşitli biçimlerde gereksiz-ölüm getiren bir egemen teknoloji ve düzen nasıl kurtarıcı olabilir ki? Peki, çevre dostu teknolojiler? Bu teknolojilerle gelen çareler denize düşenin yılanın çocuğuna sarılışına benzer. Eh, yılanın kendisinden daha iyi, değil mi? Bir diğer açıdan, çevre dostu teknolojiler, egemen düzenin kendini sürdürebilme çabası yanında, değişime doğru bir gidişi anlatır: Bu teknolojilerin oluşumu ve gelişmesi, ayni zamanda, egemen teknolojik düzene karşı olan mücadelenin içinde yaşadığız zamandaki sonuçlarından birini gösterir.
TÜKETİM SONRASI OLUŞUMLARIN ANLAMI
Çevre sorunu çok yönlüdür ve çok yönlü yaklaşımlar ve tartışmalarla karşılaşırız. Bu yaklaşım ve tartışmalarda ender olarak kuramsal tartışma görürüz. Bu da, sorunun belli bir çerçeve içine hapsedildiğini ve bu çerçeve içindeki politika sorunu biçimine indirgendiğini gösterir. Bu dar çerçeve son yıllarda kırılmakta ve soruna politika ötesinde, ülke içi ve ülkeler arası ilişki ve yapı sorunu olarak yaklaşılmaktadır. Bu da, yaklaşıma teknolojinin yapısı, teknoloji transferi ve kullanımın uygunluğu, transfer edilen bilgi, teknik ve metodların ideolojisi, desteklediği yapı ve bu yapının geçerliliği, tek yönlü akışı ve empoze edici oluşu, ulus içi ve uluslararası çevre politikalarının yapısal değişim gerektirdiği gibi önemli faktörleri katmıştır. Yaklaşımlar ve tartışmalar sorunlarla ilgili her safhada, örneğin tanımından politikasına kadar olan safhalarda, olmaktadır. Çevre bozulması oluşumu toplumsal bir olgudur, toplumsal faaliyetlerin hammadde çıkartılması, işlenmesi, üretim, dağıtım ve tüketime kadar her safhasında vardır. Dolayısıyle, tek bir alana, özellikle tüketicilerin günlük kullanım ve kullanım sonrası atık alanına sıkıştırılınca oluşumun önemli kısımları ihmal edilmiş olur.
ÇÖZÜMLER VE ANLAMLARI
Bütün girişimlere ve çabalara rağmen ilerleme haddinden fazla yavaş olmaktadır. Bunda hemen herkes hemfikirdir. Olan gelişmeler çoğunlukla kontrol yönündedir. Uygulanan politikalar ve teknolojiler, önleme ve ortadan kaldırma değil, belli bir seviyede tutma ve kötü etkilerinin yayılmasını kontrol biçiminde olmaktadır. Burada normal bir insanın aklına ilk gelen soru "insanlar önleme yolları bulamayacak kadar aciz mi?" sorusudur. İnsanlar önleme yolları bulamayacak kadar asla aciz değildir: Acizlik aciz bırakılmaktan gelmektedir. Rio'daki dünya çevre zirve konferansının ürünü olan Agenda 21'a bakarsak bunun en açık bir örneğini görürüz. Agenda 21'i hazırlayanların en zorlandığı durum, sorunların nedeni olan egemen dünya düzeniyle sorunların çözümünü nasıl uyuşturacakları, bağdaştıracakları olmuştur. Bu uyuşturmayı sağlamak için de, sorunları yaratan egemen faktörde (dünyanın siyasal ekonomik düzeninde ve bu düzenin teknolojik biçiminde) değişim yapmak zorunluluğundan vazgeçilir. Bundan vazgeçilince geriye, umutsuzca umutlu öneriler, tüketici kitleleri suçlama, yasalar ve politika değişimleri ve kalkınma planlarında çevre korumanın konması, çevre teknolojilerinin transferi ve kullanılması gibi, çevre bozulmalarının oluşumunu durdurmayan, anlamlı değişikliklerden yoksun ve çoğunlukla kısa dönemli kontrol çareleri öne sürülür. Bu uyuşturmada, örneğin tarım alanları incelenirken, bu alanlardaki insan ve çevre sömürüsünü sürdüren tarım işletmeciliğinin yapısı bir kenara itilir ve nedenler "geri-kafalı" yoksul köylülerin yoksulluğunda, bu insanların geri-teknolojisinde, nüfus artışında ve kültürel davranışlarında aranır. Yoksulluğa eğilirken bile kaynakların bölüşümü ve mülkiyet ilişkileri ya görmemezlikten gelinir ya da tanrının insana verdiği tartışma götürmeyen evrensel bir gerçek gibi kabul edilir.
Kullanılan çözüm yollarının hemen hemen hiçbiri, birkaç istisnalar dışında, yeni değildir. En iyi şekliyle, insanların tarih boyu kullandığı metodların geliştirilmesidir. Bu geliştirmede de hangi metodun ön plana geçeceği ve hangi teknolojilerin geliştirileceği objektif kıstaslara göre değil, kapitalist pazarın gelişme arzularına göre yapılır. Dolayısıyla, örneğin, çevre koruma teknolojisinin geliştirilmesinde, bu pazarın dikte ettiği en temel sorudan hareket edilerek kararlar verilir: Rekabetle yok edilmeden ve büyük sermayenin baş parmağına basmadan, çevre korunması ile ilgili hangi teknolojileri, nasıl ve nerede geliştirerek ve kullanarak maksimum çıkar sağlarım? Dolayısıyla, itici güç asla çevre değildir, olamaz. Çünkü, çevrenin itici güç olması kapitalist pazar sisteminde önemli değişiklikler olmasını gerektirir.
Bugüne kadar ekolojik ve insan sağlığı bozulmaları sorunlarına egemen yaklaşımlar "aspirinci" yaklaşım olmuştur: Aspirin baş ağrısını geçirir ve şişkinliğin inmesine yardım eder, fakat ne baş ağrısının ne de şişkinliğin tekrar olmasını önleyebilir. En kötüsü de, "aspirinci" teknolojilerin örgütlü gücü, araştırma ve gelişme girişimlerini, kalkınma çabalarını büyük ölçüde saptayıcı egemenliği ellerinde tutarlar. Böylece, bu gücün çıkarı ve sürdürülebilirliği evrenselleştirilerek genelin çıkarı ve sürdürülebilirliği olur. Bu da elbette kendiliğinden olmaz: Ekonomik gücün yanında bilgi, enformasyon, eğitim, kültür, siyasal ve ideolojik örgütlenme ve pratiklerde de egemenlik sağlama ve sürdürme ile başarılı olabilir.
Yirminci yüzyılın sonunda, bu genelleştirilmiş özel çıkarların sürdürülmesi sermayenin büyük ölçüde uluslararasılaşmasının artmasıyla bir ulus içinde sınırlanıp gerçekleşme olanaklarını yitirmiştir. Bu nedenle, Amerika ve İngiltere gibi bir gelişmiş kapitalist sistemin "sürekli kalkınma" çabası bile, ne denli detaylı olursa olsun, ne denli iddialı olursa olsun, uluslararası pazarın ve pazar politikasının egemen ortamının esneklik ve amaçları çerçevesinin "başarısının" ötesine gidemez.
Kapitalist sistemin ihtiyaçlarını karşılamak ve sorunlarını çözmek için geliştirilmiş olan teknoloji ve teknolojik düzen bugün yapısal bakımdan ekoloji ve insan sağlığının bozulmasında sorunun çaresinden çok daha fazla nedeni olmaya devam etmektedir.
Irfan erdoğan